GİRİŞ
“Dünya aslında karanlık bir rüya, bir kâbus, akıl almaz bir boşluk, kara deliğin ta kendisi.” (Dünya Ağrısı – Ayfer Tunç)
Ayağımın altındaki kum taneleri kadifemsi bir his yaratırken, Mavi saçlarım rüzgârda uçuşuyordu. Bir adım ötemdeki mavi denizin davetkar dalgaları beni kendine çekerken denizin üzerinde uçuşan su perileri dans ediyordu. Onlarla dans etmek istedim. Uzaktan o kadar güzel görünüyorlardı ki bir an hayal olduklarını düşündüm. Ağır ağır denize doğru bir adım attım. Suyun soğukluğu içimi okşarken hızlanarak su perilerinin yanına gittim. Yakından çok daha güzellerdi. Omuzuma oturan peri kızı saçlarımla oynuyor, geriye kalanları ise etrafımda dönerek dans ediyordu. Perilere öyle dalmışım ki suya yansıyan kadın silüetini fark edemedim. Dalgaların arasından gözlerimin içine bakarak gülümsüyordu. Beyaz saçları etrafa saçılmış gözleri inci gibi parlaktı. Kadının güzelliği ve yaydığı tanıdık hissi ile elimi ona uzattım. İnce zarif parmakları benim parmaklarıma değdiği an gökyüzünü saran yıldırım ağları bir bir denizin üzerine düşmeye başladı. Az önceki güzelliğinden eser kalmadı. Hırçın dalgalar su perilerini oradan oraya savurdu. Bir geçit gibi yarılan gökten daha önce görmediğim türden devasa kuşlar aslan gibi kükreyerek suya daldılar. Su perilerini birer birer parçalarken koca mavilik kan gölüne döndü. Etrafımda olup biteni anlayamadan bir kuşun pençeleri arasına sıkıştım.
Kan ter içinde uyandığımda yatağımda olduğumu algılamam birkaç dakikamı aldı. Kalbim yerinden çıkacak gibi atıyor göğsüm sıkışıyordu. Denizin serinliği ve o canavarların pençelerini hala hissediyordum. Kâbus olamayacak kadar gerçekti. Denizdeki kadının bakışları ve parçalanan su perileri kalbimin üzerine bir kor gibi düştü. Gerçek olamayacak kadar karanlık, kâbus olamayacak kadar gerçekti.
Hala uyuşuk olan bacaklarımı zorlukla yataktan sarkıttım. Saat sabahın altısıydı. Ay yerini güneşe bırakıyordu. Avucumdaki ağırlıkla ne ara kapattığımı hatırlamadığım parmaklarımı açtım. Bu imkansızdı. Nadide bir parça olan insanların uğruna savaş çıkartacağı su hayatı taşından oluşan yüzük (*Denizin en karanlık noktasında oluşur. Suya dokunulduğunda ışık saçar. Ölümsüzlüğün taşıdır. Sirenler bu taşı sesleri ile korur. Taşı kaybeden siren sesini kaybeder.) avucumun içindeydi.
“Bu- bu nasıl mümkün olabilir?” Kalbim deli gibi çırpınmaya devam etti. Gördüğüm sadece bir kabustu ama yüzüğe her baktığımda denizdeki kadının gözlerini üzerimde hissediyordum. Gözleri bu taş kadar mavi ve derindi. Sır dolu yüzüğü parmaklarımın arasına saklayıp zorlukla terden yüzüme yapışan saçlarımı geriden toparladım. Denize bakan odamın penceresinden dışarıya sakin denize ve onun üzerini örten gökyüzüne baktım. Saflık ve temizliğin sembolü olan bu ikili rüyamda avcı ve av gibiydi. Parmaklarımın arasına sakladığım yüzük titrediğinde korkuyla yerimde sıçradım. Hala kâbusun içinde olmalıyım. Bu taş yüzyıllar önce siren ırkı yok edildiğinde kaybolmuştu. En azından okuduğum kitaplarda öyle geçiyordu. Sirenler hakkında pek bir bilgiye sahip değildim. Hatta ne olduklarını bile tam olarak bilmiyordum. Cadılar onlardan uydurma bir efsane olarak bahsetse de kütüphanedeki eski silinmeye yüz tutmuş kitaplar arasında onlar hakkında az da olsa bilgi vardı. Bu taşın şu an bende olması imkansızdı. Bu bir rüya birazdan Rima bana seslenecek ve uyanacaktım. Bu bilinç altımın bana bir oyunuydu.
Kendimi telkin etmeye çalıştıkça yüzüğün şiddeti arttı, avucumda tutmam zorlaştı. Camın yarısı kırılmış pervazına bıraktığımda su hayat taşı pusula gibi titreyerek yönünü denize çevirdi. Neler olduğunu anlamak için o tarafa baktığımda gördüklerimi idrak edemedim. Suyun altındaki deniz kabukları açıga çıkana kadar su kendini çekti. Kum ve su birbirinden ayrıldı. Dalgalar köyün öbür ucundan görünecek kadar yükseldiğinde bir şey onun önünde kalkan olmuştu. Serbest kaldığında evimizi ve ormandaki birkaç ağacı yutacağına emin olduğum dalgaya daha fazla bakamadım. Taşın titreşimleri yavaşladıkça dalganın önündeki kalkan zayıflıyor üzerime doğru yaklaşıyordu. Bu bir rüya değildi felaketin başlangıcıydı. aşı una sebep olan taşı pervazdan alıp koşarak evi terk ettim. Nereye gittiğime bakmadan koştum. Arkamda bıraktığım enkaza bakmak aklıma bile gelmedi.
1: BÖLÜM: RÜZGARIN FISILDADIĞI SIR
“İnsanın erişemeyeceğini bildiği şey daha çok aklını çeler.” PLATON
CAZI KÖYÜ- Nev
Yeşil ağaçların arasından süzülen güneş ışıkları yüzüme vuruyordu. Gökyüzüne meydan okuyan mavi saçlarımı hamaktan aşağı sallandırıp elimde tuttuğum taşı yakıcı güneşle deniz mavisi gözlerim arasına siper ettim. Güneşin ışınlarıyla parlayan taşın içinde gizlenmiş yazı dikkatimi çekti. Yazıya odaklandığımda tatlı bir rüzgâr esip geçti. “In tenebris mare expergefactus” (Karanlık deniz uyanıyor. *Latince) İçimi ürperten yazıdan gözlerimi çekemiyordum. Sabah yaşanılanlar ve şimdi taşın üzerinde parlayan yazı birbiri ile bağlantılı olabilir miydi? Bu taşın bir sırrı olduğu açıktı ama nasıl öğreneceğimi bilmiyordum. Kütüphanedeki kadim kitaplarda bu taş ile ilgili bir şeyler bulabilirdim. Ama cadılara görünmeden nasıl oraya girecektim. En son beni kütüphanelerinde yakaladıklarında kolumdan tutup bir paçavra gibi yaka paça dışarı atmışlardı. Lanetliler onların kadim kitaplarına dokunamazlarmış. Ben düşüncelere dalmışken birkaç tarla sıçanı hamağı ele geçirmek için etrafımda geziniyordu. Kucağımda ters bıraktığım kitabı kemirip birbirlerini kovalıyorlardı. Dikkatimi dağıtıp bir çözüm yolu bulmamı engelleyen sıçanları kuyruklarından tutup yere bıraktım. Ama pes etmeye niyetleri yoktu. Tekrar hamağıma tırmanıp yarım bıraktıkları işe devam ettiler.
Pes edip hamaktan kalktığımda zafer kazanmış gibi neşeyle ciyakladılar. Onlara göz devirip yüzüğün daha neler yapabileceğini görmek için deniz kenarındaki kayalıklara doğru yürüdüm. İçimdeki arsız kız çocuğu neşeyle el çırptı. İflah olmazdı. Bu sırada yüzüğü kaybetmemek için boynumdaki zincire takmayı ihmal etmedim. Ağaçların arasından kayalıklara yürürken kurumuş yapraklar ayağımın altında eziliyordu. Cadı Rima’ya yakalanmadan kayalıklara gitmenin tadını çıkartıyordum. Tam ormanı yarılamışken huysuz cadının sesi köyü inletti. “Nev hemen buraya gel.” Zihnim kaçıp Rima’nın gazabından kurtulmam için bana yalvarırken ayaklarım olduğu yere çakıldı. Dudağımın kenarına yerleşen arsız bir gülümsemeyle eski ahşap eve doğru yürüdüm. Bir tarafım hala kaçmam gerektiğini söylüyordu. Uzun beyaz belden sıkmalı elbisemin etekleri ayağıma dolanıyordu. Hafifçe kaldırdığım eteğim süt beyazı bacaklarımı gözler önüne seriyordu. Birkaç yaşlı cadının “Edepsiz, hala nasıl davranması gerektiğini bilmiyor.” diye arkamdan fısıldaştığını duysam da aldırış etmedim. Rima’nın ikinci bir bağırışı kulaklarımda yankılanırken adımlarımı hızlandırarak koşmaya başladım. Eve vardığımda karşımda sabahki dalgaların etkisiyle yarısı yıkışmış bir ev görmeyi beklemiyordum. İçimdeki sesi dinlemeliydim. Şimdi beni cadı Rima’dan kurtaracak hiçbir güç yoktu.
“Söyle bakalım evin bu halde olmasında senin parmağın var mı?” cevabını bildiği soruyu soruyordu. Sahte bir üzüntüyle başımı iki yana salladığımda Rima bana inanmayan gözlerle baktı. Ne olsa benden biliyordu. Gerçi haklıydı, başıma bela almadan duramıyordum ama bu seferki benim suçum değildi. Zincirime taktığım yüzüğü elbisemin altından çıkartıp ona uzattım. Rima’nın çatık kaşları öfkeden köpürmüş bal rengi gözleri yerini korkuya bıraktı. Şaşırmamıştı. Bu kadarını beklemediği aşikardı. Bu taş hakkında bir şeyler biliyor olabileceğini düşünüp de göstermiştim. Gergin yüz hatları da tezimi doğruladı. Cadı Rima kesinlikle bir şeyler biliyordu. Belki de birçok şey…
Parmaklarının arasında tuttuğu su hayatı taşını taktıgım zinciri boynundan çıkarttığımda cadı gözlerini kapattı. Birkaç saniye içinde ne olduysa taşı elektrik çarpmış gibi yere fırlattı. Bir hışımla yere eğilip yüzüğü kaptığım gibi doğruldum. Cadı kocaman gözleriyle yerden aldığım taşın boşluğuna bakıyordu. Neler olduğuna bir türlü anlam veremedim. Elimi cadının gözlerinin önünde salladım ancak o beni görmüyordu bile. Bu taşta ne hissetmiş veya görmüş olabilirdi ki?
Cadının yavaşça omuzlarına baskı uygulayarak yere çömelttim. Dizlerinin üzerine otursa da ruhen burada olmadığı kesindi. Bir süre kendisine gelmesini bekledim ama Cadı Rima daldığı boşluktan çıkmamakta ısrarcıydı. Bu taş her neyse cadı Rimayla bir bağlantısı vardı. Onu olduğu yerde bırakmak istemiyordum ama Yaser’i bulmak için cazı köyünün meydanına doğru koştum. Cadı Rima kendisini köyden soyutlamış, bir kısmı köyde bir kısmı yasaklı bölgede kalan ormanın ortasındaki harabe kulübeye yerleşmişti. Normalde cadılardan uzakta yaşadığımız için tanrıya dua etsem de bu sefer bu kadar uzakta olduğumuz için içimden ona saydırdım.
Ciğerlerime dolan oksijen nefesimi tıkayıp öksürük krizine girmeme sebep oldu. Ağaçlardan birine yaslanıp soluklandım. Boğazım öksürükten tahriş olmaya başladı. Dilim damağımda kurumuştu ancak daha fazla bekleyemezdim. Birkaç nefes alıp verdikten sonra tekrar koşmaya başlayacaktım ki sınırların dibindeki hareketlilik dikkatimi çekti. Ağacın arkasında saklanmaya devam ederek başımı sınırları görebileceğim şekilde eğdim. Üzerindeki siyah pelerinin kafasını çekmiş yan dursa da yüzünü örten pelerinden dolayı simasını ayırt edemiyordum. Bükük beli cadı Rima’yı anımsatıyordu. Ama onu bıraktığımda kendinde değildi. Eğer oysa da taşla ilgili bir şeylerin peşine düşmüştü. Ellerini kaldırıp sınırlaya yasladığında sınırları açacağını anladım. Kısık sesle fısıldadığı büyülü sözleri duymak için yakınına yaklaşmam gerekiyordu. Ayaklarımın altındaki kurumuş yapraklara dikkat ederek bir ağaçtan diğer ağaca geçerek ses çıkartmadan ilerledim. Pelerinlinin sesini ayırt edecek kadar yakınlaştığımda cadı Rima’nın sesi kulaklarımı doldurdu. İç görüm (altıncı his) beni hiçbir zaman yanıltmadı. Bilmediğim bir dilde fısıldadığı kelimeler tanıdık geliyordu.
“Tu solos transire potes lineam, quae inter eos structa est inter se prohibita, cum angelus mortis venit ad utrumque latus. O terminus, nine me.” (Birbirine yasaklananlar arasında inşa edilen sınırı ancak iki taraf için ölüm meleği geldiği zaman aşabilirsin. Ey sınır bana izin ver.) son cümlesini üç kez tekrarladıktan sonra titreyen sınırlar bir kişinin bile zorlukla geçebileceği şekilde açıldı. Cadı Rima arkasına bakmadan sınırdan çıktı. Onun çıktığı yer dalgalanarak kapanmaya başladı. Geçit kapanmadan yetişebilmek için koştum. Sabah evden pabuçsuz çıktığım için ayaklarımın altı ağrıyordu. Buna aldırış etmeden sınırlara yetişmeye çalıştım. Gözümü git gide küçülen geçitten alamıyor, bir kol kadar kaldığında anca yetişememek korkusuyla daha da hızlandım. Kafamı sınırların ötesine uzattığımda bedenim geçittin diğer tarafında sıkışıp kaldı. Kendimi bir o yana bir bu yana hareket ettirerek geçidin büyümesini sağlamaya çalıştım. Çabalarım sadece enerjimi tüketiyordu. Geçitte hiçbir hareketlilik yoktu. Boynumdaki zincirde asılı olan taş titremeye başladığında geçitte titredi. Az önce cadı Rima için açılan geçit üç insanın geçebileceği şekilde açılınca yere yapıştım. Neyse ki ellerimin üzerine düşerek yaralanmaktan ucuz kurtuldum.
Yasaklı bölgede kalan ormanda ilerleyen ve uzaklaşan Rima’yı takip etmeye koyuldum. Yasaklı olmasına rağmen cadı sürekli buralara geliyormuş gibi etrafına bakınmadan yürüyordu. Yüzyıllar önce aralarında sınır olmadığını biliyordum. Ama bu kadar yıl içinde elbette bir şeyler değişmiştir. Oysaki cadı sınırlardan çıkmanın bize ölümden başka bir şey getirmeyeceğini anlatıp her hafta tüm cadı halkına hatırlatma yapardı. Dilden dile, nesilden nesile anlatılan canavar efsanelerine pek inanmasam da sınırların ötesine çıkmamam için zihnimde dönüp duran benimle konuşan sesi yıllardır dinlemiştim. Ta ki bugüne kadar. Sahi sürekli benimle konuşan o ses dün geceki kabusumdan beri susmuştu. Her ne kadar bunu kendi yalnızlığımın getirdiği delilik olduğunu düşünsem de bir yerden sonra ona alışmıştım. Şimdi ise taşın merakına kapılıp onu unutmuştum. Bu işte bir terslik vardı. Sınırlara yaklaşmamı istemeyen ve sürekli zihnimde bir annenin evladına nasihat ettiği gibi bana nasihat eden, her yaptığıma karışan ses sus pustu.
“Hey orada mısın?” sesimi kısık tutarak beni duymasını umdum. Bir cevap alamayınca sorumu tekrarladım. “Bak sınırların ötesindeyim bir şey demeyecek misin?” Ne dersem diyeyim ses vermiyordu. Acaba onu dinlemediğim için küsmüş olabilir miydi? Varlığından bile şüphe ettiğim bir sesle konuştuğumu cadılar görse delirdiğimi düşünürlerdi.
Ben zihnimde düşüncelerle boğuşurken cadı Rima cazı köyünde ormanın ortasında yaşadığımız kulübenin aynısı olan kulübeye girdi. Paralel evrende gibiydik. Hayretle açtığım gözlerimi etrafta gezdirdim. Burası bizim evin çevresi ile birebirdi. Daha öğlen saati olduğu için etrafımı iyice inceledim. Ağaçlar, kayalar, mağaralar hatta bulutlar bile aynıydı. Bu mümkün olabilir mi? Cadı Rima’nın gelirken neden zorlanmadığı açıktı. Burası büyüle inşa edilmiş bir yer olabilir mi? Yoksa sınırlar çizilmeden önce cadı burada mı yaşıyordu? Bu pek mantıklı gelmedi. Öyle olsa bile birebir aynısını nasıl cazılar köyüne yapsın ki? İlk seçenek daha mantıklı geliyordu. Aklımda cevapsız bin bir soru varken ağaçların arasından gelen çıtırdama sesiyle yerimden sıçradım. Bir şeyi yerde sürterek tüm yaprakları eziyor ses çıkartmaktan çekinmiyordu. Sesler ormanda yankılandığı için nereden geldiğine emin olamadım. Korku bütün bedenimi esir almış etrafımda dönüp ormanın görebildiğim her kısmına bakmaya çalıştım. Görünürde bir şey yoktu ama sesler artık çok daha yakındı. Ayaklarımın altından geçen yılanlarla korkudan neye uğradığımı şaşırdım. Ben kaçacak yer ararken onlar beni görmüyor gibiydi. Sürü halinde kulübeye ilerleyen yılanlar ne kadar korkutursa korkutsun bir o kadar da merakımı arttırdı. Hiç sürü halinde gezenleri görmedim. Bu tuhaf yerde her şey anormaldi. Yılanların dikkatini çekmemeye çalışsam da sürünün başındaki yılan kulübenin verandasına çıktığında etrafında dönüp gözlerini gözlerimin içine sabitledi. Bir insan gibi.
Bunların bir hayal olduğunu düşündüm. Aklımı kaybetmiştim. Başka açıklaması yoktu. Belki de yaşanan her şey bir sanrıdan ibarettir. Gözlerimi kapatıp gerçek hayata döneceğimi düşündüm. İçimden bunların gerçek olmadığını sayıklayıp durdum. Usulca gözlerimi açtığımda yılanın ayı şekilde bana karmaya devam ettiğini gördüm. Benim kim olduğumu ve burada ne işim olduğunu anlamaya çalışır gibi bir süre baktığında aramızdaki akım tüylerimi diken diken etti. Yılan çatallı dilini çıkartıp gözlerini benden çekmeden tısladı. Sürüsüne dönüp uzun bir tıslamanın ardından her biri birbirini takip ederek kapının altından geçtiler. En sona kaldığında gözlerimiz tekrar birbirini buldu birkaç saniye süren bakışmamızın ardından oda arkadaşlarını takip etti. Bedenim buradan kaçıp gitmem için yalvarırken zihnim o kulübede neler olduğunun merakı ile yanıp kavruluyordu. Ayaklarım geri geri gitmek için can atarken ağır ağır yılanların geçtiği yerlerden geçip kulübeye yaklaştım. Verandanın merdivenlerine yumuşak adımlarla bastım. Çürümüş tahtaların gıcırtısı başımı belaya sokabilirdi. Pencereye yaklaştığımda kafamı hafifçe eğip içeriye baktım. İçerinin bomboş olduğunu görünce dumura uğradım. Bu kadar yılan ve cadı Rima nereye kaybolmuştu. Ev bir geçit olabilirdi. Yasaklı bölge dedikleri yer bura olamaya bilirdi? Burası oraya gitmek için yapılmış büyülü bir geçitti. Bu daha mantıklıydı. Cadı Rima’yı kaybetmiştim. Bildiğim kadarıyla evin arka kapısı yoktu. Bedenim korkudan zangır zangır titrerken ahşap evin kırık dökük kapısını araladım. İçeriye adım attığımda içerinin bizim evden farklı olduğunu gördüm. Kulübenin içi bomboştu. Ne bir halı ne bir perde hatta oturacak sedir bile yoktu. Cadı Rima’nın burada ne işi vardı. Evin atmosferi ormanınkinden farklıydı. Dışarısı sonbahar olmasına rağmen sıcakken içerisi efil efil esiyordu. Boynumdaki taş evin içine girdiğimden beri titremeye başladı. Bir şeyler anlatmak istiyor gibi. Rüzgârın nereden geldiğini ve bunca varlığın nasıl yok olduğunu merak ettim. Merdivenleri tırmanıp yukarı kata çıkarken gördüğüm gölgelerle olduğum yerde bekledim. Pelerinini omuzlarına indirmiş sarı saçlarını gün yüzüne çıkartan Rima’ydı ama geriye kalanların kim olduğunu bilmiyordum. Muhtemelen Rima’dan önce içeriye girmiş olmalıydılar. Rima’nın sağında uzun insana benzer ama tenleri toprak rengi gözleri yeşil bir erkek ve kadın, solunda ise tenleri gök mavisi iki erkek ayaktaydılar. Önlerinde toprak ve gök rengi tende erkeklerden oluşan bir grupla anlamadığım dilden bir şeyler konuşuyorlardı. Yeşil gözlü erkeklerden birinin gözleri benim gözlerimle birleştiği an korkudan birkaç adım geri gitmek istedim. O gözleri veranda da gözüme bakan yılan gibi bakıyordu. İçimi ürpertiyor korkuyu iliklerime kadar hissettiriyordu. Gözlerimi ondan kaçırıp merdivenleri inmeye başladım. Ayaklarım birbirine dolanarak merdivenlerden yuvarlanırken çıkarttığım ses odadaki konuşmayı böldü. Kafama aldığım darbeyle gözlerim kararırken içeriden gelen uğultular yükselmeye başladı.
“Kim var orada? Bu bir casus mu? Nasıl içeriye girebildi?” birbirinin ardı arkası kesilmeyen sorular devam ederken içlerinden birinin “meraklı bir insan sadece gelirken de görmüştüm ben ilgilenirim siz devam edin” dediğini duydum.
Kimsenin beni görmediğine emindim. Hele ki bir insanın. Ama bunu düşünecek vaktim kalmadan kafamı çarptığım için göz kapaklarım gözlerimin üzerini örtü. Karanlık beni içine yutarken ben ona karşı çıkmayıp teslim oldum. Başıma gelecek her şeyin tek suçlusu yenik düştüğüm merakımdı.
2. BÖLÜM: AV VE AVCI
“Avcı ne kadar kurnazsa, tuzak da o kadar görünmez olur.” Paulo coelho
YASAKLI BÖLGE
Bu sabah güneş gecenin sırlarını daha iyi saklayabilmek için doğmamaya yemin etmiş gibiydi. Kara bulutları önünde siper etmiş, yağmur damlalarıyla gecenin izini siliyordu. Gözlerimi açmakta zorlanıyor zonklayan başımı tutuyordum. Yattığım yer kemiklerime batıyordu. Evde değildim ama nerede olduğumu da anlayamadım. Başımın ağrısının dinmesini beklemek için cenin pozisyonunda kalmaya devam ettim. Uyku lanet gibi üzerime yapışmış bilincimi açık tutmakta zorlanıyordum. Gürleyen gök ve pencereye vuran yağmur damlaları ninni gibi geliyor, uyanık kalmamı zorlaştırıyordu. Kapalı da olsa kayan gözlerim kendini uykuya teslim etmek istiyordu.
Dışarıdan gelen seslerle zorda olsa gözlerimi araladım. Sabah olmasına rağmen hava kapalı akşam saat altı yedinin karanlığına ev sahipliği yapıyordu. Gök enerjisini boşaltmak için yıldırımlarını toprağa salıyordu. Olduğum yeri idrak ettiğimde kendime gelmem gerektiğini fark ettim. Dışarıda bardaktan boşalırcasına yağan yağmurun altında ne halt ediyordu bu insanlar. Bağırışları ormanda yankılanıyordu.
“Kokusunu kaybettik.” İçlerinden biri diğerlerine seslendiğinde köpekler havlamaya başladı. İz sürüyorlardı. Yanlarındaki köpeklerin benim de kokumu alması an meselesiydi. “Bu yağmurda onu bulmamız imkânsız.” Aynı kişi tekrar konuştuğunda diğerleri de onu onaylar gibi mırıltılar çıkarttı.
“Eğer buradaysa kaçamaz. Baksanıza nasıl yağmur yağıyor. Bu yağmur onu ele verir. Şu kulübede yağmurun dinmesini bekleyelim. Sonra buluruz onu.” Duyduğum yabancı sesler yaklaştıkça huzursuzluğum da artıyordu. Birini arıyorlardı onlar için önemli birini. Onlara görünmeden buradan çıkmam gerekiyordu. Bir cadı olarak yasaklı bölgedeydim ve bu asla cezasız kalmazdı. Yakalanırsam sonum tüm cadılara ibret olsun diye yakılarak öldürülmek olacaktı. Gerçi bu cadıların cezasıydı ben ise insan olamayacak kadar yabancı cadı olamayacak kadar soğuktum. Yine de onların öldürürken keyif alacakları oyuncakları olmayacaktım.
Güçlükle yerimden kalkıp saklanacak bir yer aradım. Kapıdan gelen tıkırtılarla ahşap küflü merdivenin altına iki büklüm girerken kapının altından süzülerek gelen yılan eliyle koymuş gibi saklandığım yere doğru ilerledi. O geldikçe ben geri adım attım. Gözlerimiz birleştiğinde boynumda asılı olan varlığını unuttuğum yüzük hareketlendi. Tehlikedeydim. Sırtım duvara çarpınca yılan tıslayarak üzerime gelmeye devam etti. İnsanı andıran bakışları, halimden keyif alır gibi tıslaması içimi ürpertiyordu. Kaçacak yerim kalmadığı için gözlerimi kapatıp içimden göklerin ve yerin tanrısına dua ettim. Saniyeler birbirini kovalarken birkaç dakika geçmesine rağmen insanlar daha içeri girmemişti. Dışarıda kendi aralarında bir şeyleri tartışıyorlardı. Olduğum yerde yılanın acı ısırığını beklerken hiçbir şey hissedememenin verdiği merakla tek gözümü hafifçe araladım. Kuyruğu üzerine dikelmiş yüzümü yakın mesafeden meraklı gözlerle izleyen yılanı görmemle çığlığı bastım. Ben olduğum yere düşerken o da korkuyla etrafında tıslayarak döndü. Beni ısırmamıştı ama bu kadar yakınımda durması ödümü koparttı.
“Kulübede biri var.” Kahretsin! Dikkatlerini çekmiştim. Şimdi onlardan kurtulmam mucize olurdu.
Dışarıdan gelen bağırışlarla yılan gözlerimin içine bakarak yerde dönmeye devam etti. Bir şeyler anlatıyor gibiydi. Köpeklerin havlamaları sıklaşıp kulübede yankılandı. Beni ele vermişlerdi. Sürünerek bodruma inen merdivenlere gittiğinde ben olduğum yerden onun hareketlerini izledim. Dışarıdakilerin verandadaki çürük tahtalara bastıkça çıkardıkları ses eve girmek üzere olduklarının işaretiydi. Yılan arkasını dönüp merdivenlerden aşağı sürünürken onu sesini duydum. “Kaç.” Beni terk etmemişti. Peki sabah ona soru sorduğumda neden cevap vermemişti? Sınırlardan çıkarken beni uyarmayışına ne demeli?
Can havliyle yılanı takip edip merdivenlere yöneldim. Pencereden görünmemek için yerde sürünerek merdivenlerin başına geldim. Tam birkaç merdiven indim ki ahşap kapı kırılırcasına açıldı. Elim ayağım birbirine dolandı telaş yapıp merdivenleri koşarak indim. Yılanın bakışları ne kadar aptal olduğumu söyler gibiydi. Kahretsin çıkardığım seslerle yerimi ifşa ettim.
“Bodrumda!” diye bağırdıklarında köşeye sıkıştım. Etrafıma bakıp saklanabileceğim bir şeyler aradım. Bodrum yukarıya göre daha karanlıktı. Etrafımı görebilmem için gözlerimin alışması gerekiyordu ama buna zamanım yoktu. Küf kokusu etrafımızı sardığında akşamdan aç olmanın verdiği hisle midem bulandı. Bacaklarıma sürten yılanı takip etti gözlerim. Dikkatimi çekmeyi başaran yılan hızlanarak dolabın arkasına süründüğünde bende takip ettim. Şu an o kadar çaresiz ve acizdim ki bir yılandan medet umar duruma geldim. Halbuki o yılandı küçücük deliğe girip yok olabilirdi. Ben ise bir yılanla kendimi bir tutmaya çalışıyordum. Yılanlar insanlara yardım etmez ki. Ben nasıl bana yardım edebileceğini düşünüp onu takip ederek böyle bir hataya düşmüştüm. Şu an başka çarem olmadığını yüzüme vuran merdivendeki adım sesleriyle dolabın arkasına baktım. Sadece elimin girebileceği açıklıkla karşılaşınca hayal kırıklığına uğradım. Burada sıkışıp kalmıştım. Kesinlikle yakalanacak ve yakılarak öldürülecektim.
Merdivenlerden gelen ıslık sesiyle dolabı itmeye çalıştım. Bende ki sadece aptalca bir umuttan ibaretti. Dolap sanki koca kayalardan yapılmış da hareket dahi etmedi. Islık sesi yaklaştıkça kalbim ağzımda atıyordu. Korku tüm benliğimi ele geçirdi. Gözlerimi kapatıp benim için yazılmış sonun gelmesini bekledim. Islık sesi biraz daha yaklaştı. Ve biraz daha. Yanındaki köpeğin hırıltılarını ensemde hissediyordum. Artık bodrumdaki adamın kundurasının ucunu görünüyordu. Karanlığın içinde bir adım daha attı. Kafasını çevirmesiyle göz göze gelecektik. Kısık tuttuğum gözlerimden bir yaş düştü. Bu korkudan değil içimde kalan boşlukları dolduramadan öleceğim içindi. Bedenimi saran sızıyla ses çıkartmamak için ellerimi ağzımın üzerine sıkıca kapattım. Delikten çıkan birkaç yılan adamın üzerine giderken beni ısırmayı ihmal etmemişlerdi. Adam yılanları fark eder etmez arkasına bakmadan kaçmaya başladı. Yılanlar köpeği ısırdığında hayvancağızın acı dolu inlemeleri bodrumda yankılandı. Ona yardım etmek istedim. Ancak köpeklerin bu durumda saldırgan olacağını düşünerek uzak durdum. İnlemeleri ağlamaya dönüştüğünde vicdanım rahat etmedi saklandığım yerden çıkıp başucuna oturdum. Kafasını kaldırıp dizlerime koyduğumda hayvancağızın gözünden yaşlar akıyordu. Kabarık tüyleri arasında nereyi ısırdıklarını bulmam zor olacaktı ama yine de aradım. Bir şekilde ona yardım etmeliydim. Ne yapabileceğimi düşünürken sesi yavaş yavaş azalıp kesildi. Artık nefes almıyordu. İnanamayıp nabzını kontrol etmek için elimi kalbinin hizasında gezdirdim. Nabzı yoktu ölmüştü. O yılanların ısırıkları ölümcül derecede zehirliydi. Yılanlar merdivenleri çıkan adamı takip edip yukarı çıkmıştı.
“Kı- kırmızı gözlüler burada. Kaçın.” Adamın çığlıkları bütün evi doldurdu. Isırılmama rağmen benim sesim çıkmamıştı ama adam benim yerime de çığlığı bastı. Kırmızı gözlüler derken yılanlardan mı bahsediyordu. Halbuki beni buraya getiren yılanın gözleri yeşildi. Her şey birbirine karışmıştı. Önce taş, sonra cadı Rima’nın yasaklı bölgeye gelmesi, gece yaşananlar… Şimdi de bir yılanın ısırığı köpeği öldürmüştü. Peki beni ısırmalarına rağmen ben neden yaşıyordum? Üst üste olan hiçbir olaya anlam veremedim. Aklım karışıktı ama bacağımdaki sızıyı unutturacak şey aklıma geldiğinde köpeği kucaklayıp merdivenlerin başında bekledim. Cadı Rima geceyi evde geçirmediğimi fark ederse beni öldürecekti. İnsanlardan kurtulmuştum ama bu sefer beni cadının gazabından hiçbir şey kurtaramazdı. Yukarıdaki adım sesleri kesildi ancak kapının kapanma sesi gelmediği için yerimden çıkmakta tereddüt ettim. Gerçi ne bekliyordum onlar arkalarına bile bakmadan kaçmışlardır. Onları bu kadar korkutan o yılanları tekrar görmek istemiyordum. Onlarda tuhaf bir enerji vardı. Sızlayan bacağıma aldırış etmeden adımlarıma dikkat ederek merdivenleri tırmandığımda birkaç merdiven kala etrafımı kolaçan ettim. Tahmin ettiğim gibi kimse yoktu. Kapıyı açık bırakarak kaçmışlardı. Onları korkutan yılanlardan da eser yoktu. Bu biraz tedirgin etse de rahatlamıştım. Beni ısırdıkları için hala tökezliyordum. Cadı Rima’nın yanına gidip ısıran yılanın zehirlimi zehirsiz mi olduğuna baktırmam gerekiyordu. Yılan ısırıkları her canlı üzerinde aynı etkiyi bırakmadığını biliyordum. Hayvanlar büyü gücüyle kutsanmadıkları için çabuk ölürler ama bizim gibi insanlarda nasıl bir etkisi olduğunu bilmiyorum. Cazı köyünde hiç yeşil veya kırmızı gözlü yılanla karşılaşmadım.
Sessizce kulübeyi terk edip ormana çıktım. O rutubet kokusu ve evin içindeki tuhaf atmosferden kurtulduğum için derin bir nefes aldım. Ciğerlerim temiz havayla rahatlarken bacağım sızlasa da hızlı yürümeye çalıştım. Kucağımdaki köpeği bir ağacın altına bırakıp üzerini yapraklarla örttüm. Onu gömmek isterdim ama buna zamanım yoktu. Arkamı dönüp cazı köyünün yolunu tuttum. Yakalanma korkusu ile adımlarımı geniş tuttum. Ağaçların arkasına saklanarak sınırlara ilerledim. İnsanlar görünürde olmasa da tedbirli olmalıydım. Sınırlara vardığımda dümdüz kalkanda hiçbir açıklık yoktu. Cadının söylediği birkaç kelime aklımda olsa da büyülü sözlerin hepsini hatırlamıyordum. Buradan çıkmanın bir yolunu bulmam gerekiyordu. Ben düşündükçe boynumda asılı yüzük hareketlendi. Yüzüğüm bir gün öncesine kadar zihnimde bana yol gösteren ses gibi çabalıyordu. O yılan gibi sürekli bana bir şeyler anlatmak istiyor gibiydi. Benimle işaretleriyle konuşuyordu. Zaten başıma ne geldiyse bu taş yüzünden geldi. Yasaklı bölge de taş ile ilgili hiçbir şey bulamadığım için sinirliydim. Cadı Rima’yı kaybetmiş üstüne bir de orada kaldım. Üstüne üstelik insanlara yakalanmak üzereyken kırmızı gözlü bir yılan tarafından ısırılmıştım. Rima beni haşlayacaktı. Bunların hepsi soru işaretlerini kaldırmak içindi ama ben cevap bulmak yerine daha çok soruyla geri döndüm. Zihnim allak bullaktı. Cevapsız sorular huzursuzluğumu arttırıyordu.
Hareketleri hızlanan taşa baktığımda sınırlara doğru hareket ediyordu. İlk sınırlara geldiğimde geçitti genişletti. Şu an denesem kapıyı açar mıydı? Bu işaretler boşuna olmamalıydı. Taşın isteğini yerine getirmek için zinciri boynumdan çıkartıp titreşen sınırlara yanaştırdım. Taş ay gibi parlayıp ışığı sınırların arasından süzülünce ormanda nereden geldiğini anlamadığım melodik bir ses yankılandı. “Tu solos transire potes lineam, quae inter eos structa est inter se prohibita, cum angelus mortis venit ad utrumque latus. O terminus, nine me. Aperi fores domino tuo.” (Birbirine yasaklananlar arasında inşa edilen sınırı ancak iki taraf için ölüm meleği geldiği zaman aşabilirsin. Ey sınır bana izin ver. Efendine kapıları aç.)
Sınır titreşip yarılırken gelen sesin büyüsüne kaptırdım kendimi. Bir Kadın sesiydi. Büyüleyici bir ses gibi sarhoş edici ilahi ses yer ve gökte yankılandı. Arkama baktım kimse yoktu. Son iki gündür etrafımda dönen olayları aklım almıyordu. Delirmek üzereydim. Belki de beni istemeyen cadıların küçük bir oyunudur. Bir an önce kendime yaşanabilecek bir yer bulmalıydım. Cadılardan ve insan diye bildiğim tuhaf türlerden uzak bir yer.
Sınırdan geçip yasaklı bölgeyi geride bıraktığımda rahatlamış olmam gerekiyordu. Ama aksine etrafımı saran huzursuzluk ve ona eşlik eden dumanlarla korkmam gerektiğini hissettiriyordu. Dumanı takip etmek için tam hareketleneceğim sırada sınırlarda duyduğum tıslama sesiyle arkamı döndüm. O buradaydı. Beni mi takip ediyordu bu yılan. Geçitten neden geçmişti ki? Gözlerinin içine dik dik baktım. Tıpkı onun bana yaptığı gibi. Bu sefer çatallı dilini çıkartıp salladı. Ben tıslama sesi beklerken o benimle konuştu.
“Orası senin için çok tehlikeli. Onlar için yapabileceğin hiçbir şey yok artık.” dediğinde bayılmak üzereydim. Bir Yılan benimle konuştu. Kafamı salladım bu bir hayal olmalıydı. Zihnim benimle oyun oynuyordu. “Yılanlar insanlarla konuşmaz. Yılanlar insanlara yardım etmez. Yılanlar ve insanlar ezeli düşmandır.” Gözlerim kapalı kendi kendime tekrarladığım cümleleri yılanın tıslamaları böldü.
“Yılanlar insanlara düşmandır. Cadılara değil.” Bayılmamak için kendimi zor tutuyordum. Hayır bu zihnimin bir oyunuydu. Yılanlar konuşamaz. Son yaşananlardan dolay delirmiş olmalıydım. Hayır belki de çok kötü bir kâbusun içindeyimdir. Kendimi kandırıyordum ben zihnimin içinde hiç var olmayan bir sesle konuşurken neden yılanla konuşamayayım ki? Yine de inkâr etmek istedim.
“Sende gerçek değilsin.” Kendimi bu şekilde teselli etmem ona komik geldi. Onun tıslamalarına aldırış etmeden arkamı döndüm. Köyde yoğunlaşan duman sis gibi köyün üstüne çökmüştü. Artan çığlıkları takip ettiğimde yılanın arkamdan geldiğini bilsem de dönüp bakmadım. Sesler cadılara aitti. Sızlayan bacağıma aldırış etmeden koşmaya devam ettim. Koştukça ciğerlerime dolan duman boğazımı tıkasa da pes etmedim. Köy meydanına varmadan gördüğüm vahşetle aklım durdu. Bütün cadıların evleri alevler içindeydi. Her yer cayır cayır yanıyordu. Sabahın en erken saatinde güneş daha tam doğmamışken cadıları uykularında en savunmasız anlarında yakalamışlardı. Evlerden yükselen çığlık sesleri içimde bir ateşi körüklüyordu. Onları kurtarman imkansızdı. Meydanda onları izleyen bir grup adamın dudaklarında peydahlanan zafer gülümsemesiyle kanım dondu. Bu adamları ilk defa görüyordum. Cadıları yakıp çığlıklarından besleniyorlardı. Duman görüşümü bulanıklaştırdığı zaman cadıların acı dolu çığlıkları zihnimde yankılanıyordu. Rima’nın evine doğru koştum. Ama hesaba katmadığım bir şey vardı. Adamların dikkati yanan evlerden çekmiştim. Şimdi peşime düşeceklerdi. Onlardan önce Rima’ya yetişmem gerekiyordu.
“Yakalayın cadının kızını.” Emri üzerine peşime düşen askerlerin nereden geldiğini bile anlamadım. Onları atlatmam gerekiyordu. Sık ağaçların arasında zikzak çizerek kaçmaya çalıştım. Arkamdaki adamlar hızlı ve sayıca çok fazlalardı. Bir yandan ciğerlerimi zorlayan duman ve zonklayan bacağımla gücümün tükendiğini fark ettim. Arkama bakmadan koştuğum yol nihayet cadı Rima’nın evinin önüne geldiğimde artık kurtuluşum yoktu. Dönen başım ve kararan gözlerim daha fazla dayanamayıp beni düşmanlarıma teslim ederken en son gördüğüm cayır cayır yanan evimizin etrafını saran askerlerdi.